Tuesday, December 20, 2016

Sana yazıyorum ama muhtemelen beni duymayacaksın "kardeş!"

Sana yazıyorum ama muhtemelen beni duymayacaksın "kardeş!"

Diyarbakır Büyükşehir Eş Başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın gözaltına alınması tüm şehirde tepkilere neden olmuş durumda. Bugün saat 11.00’e doğru halk gözaltılara ilişkin protestosunu göstermek amacıyla Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde toplanmaya çalıştı. Çalıştı diyorum çünkü tüm gün halk toplanmaya, polisler ise halkı dağıtmaya uğraştı.
Önü tamamen barikatlar, TOMA'lar ve yüzlerce polis ve özel timlerle kapatılan belediyenin önüne halk toplanamasın diye epey önlem alınmıştı. Halk tilili çekerek ve alkışlarla belediye eş başkanlarının gözaltına alınmasını protesto ederken, TOMA'lar ise su ve gaz sıkarak bu protestoya karşılık veriyorlardı. Sık sık ara sokaklara sığınmak durumunda kaldık. Ara sokaklarda yol ortasına park etmiş kamyonetlere, TOMA'ların girmesini engelledikleri için  duacı olduk. Kimi zaman da gelen su ve gazlardan kaçarak binalara sığındık, kapılarını açan ve açmayan evlere, kafelere insanlık puanı verdik. Tüm bu mücadeleye rağmen insanlar 5-6 saat  belediyenin önünden ayrılmadılar.

Gültan Kışanak ve Fırat Anlı gözaltında, nereye gidiyoruz?

Hükümetin Kürt politikasının ne yöne gittiği gözümüzün önünde çok berrak bir şekilde belirmeye başladı.
Dün Şırnak’a gitmiştim. Giremedim. Şırnak’ın 20 km. ötesindeki Kumçatı Belediyesi’nde hizmet veriyor, Şırnak Belediyesi. Kumçatı beldesinin farklı noktalarında, yol üstlerinde ve köylerde çadırlar görünüyor. Evi yıkılan ve evlerine giremeyen Şırnaklılar buldukları yerlere, kimi zaman 2 köy evinin arasına, üstüne, derme çatma çadırlar yapmışlar. Bu çadırları bile sökmeye çalışan silahlı askerler, özel timlerle karşılaştım. Gece yarısı Diyarbakır’a dönünce bu sefer şehrin büyük çoğunluğunun iradesini yansıtan belediye eş başkanlarımız Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın gözaltına alındığını öğrendim.

Şırnaklılar nereye gitsin?

Şırnaklılar nereye gitsin?

Biz hayatlarımıza öyle ya da böyle bir şekilde devam ederken, bugün tam 223 gündür Şırnak’ta hayat durmuş durumda. 14 Mart’ta başlayan sokağa çıkma yasağı 3 Haziran’da operasyonların bitmesine rağmen aylardır devam ediyor. Nitekim Şırnak’taki yıkımın büyük bölümü de operasyonlar bittikten sonra başlıyor.
Sosyal medyaya düşen Şırnak resimlerine bakıyorum, hatırlamaya çalışıyorum Şırnak’ın caddelerini. Her gittiğimde oturduğum Pepule çay bahçesi, akşam karanlığından sonra Şırnak’ı, Cudi’yi, Gabar’ı izlediğim Cumhuriyet Meydanı. Meydanlar bile yok artık, Şırnak  dümdüz görünüyor.

Karanlık

Karanlık

Bir Diyarbakır gecesi daha. Bahçede karanlıkta oturmuş gelip geçen sesleri dinliyorum. Birkaç ambulans, jetler, arada bir patlama sesleri. Patlama sesleri havai fişek sesi mi başka bir şey mi ayırt etmeye çalışıyorum. Düğün yapıp her gece havai fişek patlatanlara küfrediyorum. Düğün yapıyorsanız yapın tabii de en azından havai fişeksiz olsun.
Şehrin her tarafında polis noktaları var artık. Evden büroya gitmek artık 10 dakika sürmüyor. Askeri lojman ve kurumlar, emniyet, valilik gibi kurumların etrafları tamamen kapatıldığı için aylardır şehirde trafik darmaduman. Şimdi yazarken fark ettim de aylar değil, artık bir yılı doldurduk.
Sahi neredeydik 1 yıl önce.

Tuesday, November 29, 2016

Erdoğan: “Her şeyi söyleyebilen” tek adam

Erdoğan: “Her şeyi söyleyebilen” tek adam

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün yine konuştukça konuştu. Onu dinleyenlerin alkış ve gülümsemeleri arasında önce “Bir adam gibi ölmek var, bir de madam gibi ölmek var” dedi. Bir gün içinde hem kadınları hem Hristiyanları aşağılamak yetmemiş olacak ki daha sonra Ezidilere “Sizi kamplarda biz besliyoruz” demeyi de ihmal etmedi.
Dünden beri Erdoğan’ın bu dili neden kullandığını, neden kadınları, farklı inanç ve kültürleri aşağılayan bir dil seçtiğini düşünüyorum. Belli ki bu dili bilerek ve isteyerek kullanıyor. Bilinçli bir tercih yapıyor Erdoğan.  Muhtemelen sinirleri bozmak istiyor, bozuyor da…
Erdoğan’ın kullandığı bu ayrımcı, aşağılayıcı söylemler neye yol açıyor, belki buradan bir beyin jimnastiği Erdoğan’ın bu üslupla ne amaçladığını anlamamızı sağlayabilir diye düşünüyorum.

“Ölümü çocuğumun eline bir oyuncak gibi verdiler”

Başlıktaki bu sözler 2011 yılında Van’da bulduğu patlayıcı bir cismin elinde patlaması sonucu ölen Murat Polat’ın annesine ait. Murat, Van'ın Erciş ilçesine bağlı Yukarı Akçagedik Köyü'nde hayvanlarını otlatmak için gittiği merada bulduğu patlayıcı cismin elinde patlaması sonucu yaşamını yitirmişti. Annesi Haticecenazesinde "Ben bu acıyı hak etmedim. Muratım da ölümü hak etmedi. Ölümü oyuncak gibi Muratımın eline verdiler" diyerek Kürtçe ağıtlar yakmıştı. Murat’ın annesinin çığlığı zihnimde yıllardır asılı kaldı.
Mayın, patlamamış savaş ve çatışma atıklarından kaynaklı patlamalar sonucu ölenlerin çoğunluğu çocuklar. Çünkü çocuklar bu cisimleri bir oyuncak sanarak, merak ederek dokunuyorlar, Yüksekova’da ölen 11 yaşındaki Umut Ayvalık gibi.

Kolombiya: Kazanma, kaybetme gibi kavramlar geriye çekildi

Kolombiya’da barışa ilişkin önceki çabaları yazmıştım. FARC ile Kolombiya hükümeti arasındaki son barış denemesi Santos’un iktidara gelişi ile başlıyor. Merkez sağ, muhafazakar çizgideki Santos iktidara geldiğinde kimsede barış ümidi kalmamıştı. Santos başkanlık yarışında sert savaş yanlısı vaatlerle iktidara gelmişti.
2010 yılında Santos iktidara geldiğinde FARC lideri ve Santos’u tanıyan bir işadamı ikisi arasında mektup getirip götürmeye başlıyor. Santos 2010 yılında yolladığı ilk mektupta FARC liderine “birbirimizin kamuoyu önünde söylediklerine pek aldırmayalım, kamuoyuna söylediklerimizin dışında biz birbirimizle konuşalım”diyor. Mektuplaşmalar uzunca bir süre devam ediyor.  Bu aşamada 2 taraf da birbirine hiçbir vaat vermiyor, sadece diğerinin niyetini anlamaya çalışıyor. Daha sonra Santos kardeşini FARC’ın yanına yolluyor, bu büyük bir jest oluyor.

Televizyon ve radyoları kapatarak Kürt sorunu çözülür mü?

Dehşet içinde yaşıyor gibiyiz. Gözümüz, kulağımız sürekli haberlerde. Günlerimiz ve saatlerimiz  “Bugün hangi yayın organları kapatıldı, kimler gözaltına alındı, kimler işsiz kaldı, nerede kaç kişi öldü…” bunları takip etmekle geçiyor.
Dün Azadi TV, Özgür Gün TV, Jiyan TV, Zarok TV mühürlenmişti. Bugün de Hayatın Sesi ve İMC TV stüdyoları polis tarafından basılarak mühürlendi. Özgür Radyo'ya polis baskın düzenledi ve 17 kişiyi gözaltına aldı. Radyonun yayınları kesildi.
Hükümet darbecilerle uğraşmak yerine, toplumsal muhalefet kesimlerine, Kürtlere, Alevilere ve barış isteyenlere baskı uygulamaya başladı. Tüm muhalif sesler tek tek kesilmeye çalışılıyor. Peki, bu sesler kesilince sorun çözülüyor mu?

Kolombiya’da barış denemeleri

Kolombiya hükümeti ile FARC arasında imzalanarak halk oylamasına sunulan barış anlaşması, yüzde 50.24 oyla bugün reddedildi. Birçok kişi halk oylaması sonucu barış anlaşmasının belirsizliğe düştüğünü söylese de, halk oylamasının sonuçları açıklandıktan sonra Kolombiya lideri Santos ve FARC lideri Timoşenko’nun verdiği barış yanlısı mesajlar, tüm bu süreçten barışın galip geleceği umudunu besliyor.
Son barış sürecini değerlendirmeden önce Kolombiya’da daha önceki barış denemelerine ve önceki barış arayışlarının başarısızlıkla sonuçlanmasının nedenlerine bakmakta fayda var.

Nereye şirinliyoruz Şirin Baba?

Nereye şirinliyoruz Şirin Baba?


Bu satırları sizlere İMC TV’nin Diyarbakır bürosundan yazıyorum. Büroda hüzün var. Son yayın yapılıyor.  5,5 yılda İMC TV imkânsızlıklar içinde çok şey başardı. Bu büroda çalışan arkadaşların çoğu büyük bedeller ödeyerek bizlere haberleri ulaştırdılar. Kameralarını, mikrofonlarını kimsenin tutmak istemediği yerlere tuttular. Nusaybin’e, Suriçi’ne, Cizre’nin bodrumlarına…
İMC TV Diyarbakır bürosundan Faruk Balıkçı ile konuşuyorum:

Friday, November 18, 2016

I am like Diyarbakır: Grieving, furious, resentful but still I stand.

I am like Diyarbakır: Grieving, furious, resentful but still, I stand.

Last Friday 370 civil society organizations were closed by the government under the allegation of supporting terrorist groups. 50 of these organizations are based in Diyarbakir, in my city. There are associations that support the families who lost their houses during the curfews or families who live under the poverty line in the Region. Associations that represent women and children rights, Kurdish linguistic rights, “lost” people, reconciliation, Kurdish culture, lawyers rights have all been closed by the government.

Sarmaşık is one the associations that was working on poverty. Sarmaşık had regularly given food support to 32.000 people every month for the past 11 years.

Savaşıp ölsünler diye çocuk doğurmuyoruz!

Savaşıp ölsünler diye çocuk doğurmuyoruz!


Kolombiya bu akşam tarihi bir barış anlaşmasına imza atıyor.  50 yıl süren çatışmalı dönemin ardından bugün Kolombiya hükümeti ve FARC arasında barış anlaşması resmi olarak imzalanıyor.
Kolombiya’daki çatışma sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri bir çatışma. Çatışma sürecinin iç içe geçmiş birçok nedeni var. Bunlardan biri Kolombiya’da herhangi bir muhalif gücün hiçbir yasal, anayasal güvencisinin olmaması. Son 30 yıl içerisinde, başkanlık seçimlerinde bile 4 başkan adayı kampanyalar sırasında öldürülüyor. Toplumsal muhalefet güçleri, köylü hareketi ve işçi hareketlerinin liderleri sürekli infaz ediliyor. Çatışmanın bir diğer nedeni toplumsal zenginliğin küçük bir elde toplanması, oligarşi sistemi. Bir yanda çok zengin küçük bir azınlık, öte yanda işçi ve köylülerden oluşan geniş bir yoksul kitlenin varlığıolması. Toprak mülkiyetinin ufak bir grubun elinde merkezileşmiş olması ve ülke genelinde çok az insanın ekilebilir geçinebilir bir araziye sahip olması da çatışmanın nedenlerinden.

Cumartesi hiç bu kadar anlamlı olmadı

1995’in bir mayıs günüydü. Gözaltına alındıktan sonra kaybolan Hasan Ocak’ın işkence edilmiş cesedi bulunmuştu. O gün karar verdiler bir şeyler yapmaya. Sessiz olmalı, sürekli olmalı, bağımsız olmalıydı…
Bir avuç aktivist, insan hakları savunucusu, kayıp yakınları ve kayıp anneleri her cumartesi Galatasaray Meydanı'nda oturmaya başladılar. Ellerinde kayıplarının resimleri sessizce oturuyor ve kayıplarının akıbetini soruyorlardı.
Kamuoyu onlara 'Cumartesi Anneleri' adını verdi. Devlet bu sessiz oturumlara katılanlara “terörist” demeye başladı. Sessizlikten korkup, gözaltı ve şiddetle Cumartesi Anneleri'ni dağıtmaya çalıştı. Ama her gün daha fazla insan onlarla oturmaya başladı.

Hayatlarımıza atanan “kayyum!”

Bugün okulun ilk günü. Her yıl okulun ilk günü yaşanan heyecan bu yıl yok.  Tanıdığım öğretmenlerin neredeyse hepsi görevlerinden alınmış durumda.
Diyarbakır’da yüzlerce okul öğretmensiz. Sınıflar boş. Bölgede açığa alınan 11 bin 500 öğretmenin 4 bin 500’ü Diyarbakır’dan.  Açığa alınmayan konuştuğum bir öğretmen “29 Aralık’ta raporluydum, bacağım kırılmıştı. Beni bu nedenle açığa almamışlar. Herkesin mesleğinden olduğu bu dönemde arkadaşlarıma açığa alınmadığımı söylemeye utanıyorum” diyor. Sadece Diyarbakır değil Bölgedeki birçok okul öğretmensiz başladı yeni eğitim yılına.

"Sabah akşam bu camdan bakıyorum, neredesin Halil?.."

Nusaybin’in ünlü Musa Anter parkındayız. Bir zamanlar tüm Nusaybinlilerin toplandığı, Nusaybinli gençlerin gece yarılarına kadar oturup sohbet ettikleri parktan eser kalmamış. Parktaki 16 yıllık 6000 ağaç bile bombalanmış, kökleri kalmış. Parkın hemen arkasında tellerle çevrilmiş yasaklı Nusaybin var.
Görüntü karşısında dehşete düşmemek mümkün değil. Tarumar olmuş Musa Anter parkı, teller ve yanık yıkık yasaklı Nusaybin! Tüm bu kara görüntüye tezat parkın içinde geçmiş güzel günleri hatırlatırcasına kırmızı-yeşil-sarı bir çocuk parkı duruyor.

Kapatma gözlerini, Nusaybin yanık yıkık!

Kapatma gözlerini, Nusaybin yanık yıkık!

Evin avlusuna giriyoruz. O sırada 2 küçük kız çocuğu ellerinde 2 leğen sokaktan geliyorlar. Leğenlerde çöpten toplanmış küflü ekmekler var. Evin avlusu hurda dolu.
Bizi evin tek odasına alıyorlar. Yerde ince bir kilim, bir minder, bir tane de tahta beşik var. Odanın damı yok, tavan muşamba ile kapatılmış.
Bizi gören anne hemen ağlamaya başlıyor. Kadının kucağında bir bebek, yanında 2-3 yaşında bir erkek çocuk ve 2 kız çocuğu daha var. Kadın hem ağlıyor, hem anlatmaya çalışıyor: “Her sabah gidiyorlardı hurda toplamaya. O gün dedi ki anne bayram geliyor, gidip hurda toplayıp kendime elbise alacağım. Dilan’la birlikte gittiler hurdaya. Hemen tellerin oraya. Sarı yumurta şeklinde bir şey bulmuşlar, demir sanmışlar, sonra fırlatmış onu Zilanım…”

Baltayı vurmak

Başbakan Binali Yıldırım Diyarbakır’da konuşuyor:
“…Gazi ve Melikahmet Caddelerindeki bütün yapılar ahşap ve taş mimari ile yenilecek. Sur içinde yıkılan evler tarihi dokusuna uygun olarak yeniden yapılacak. Hazreti Süleyman Camisi’nin etrafını yenileyeceğiz. Dünyaca ünlü bir sanat müzesi yapacağız. Celal Güzelses adına müzik evi yapacağız. Bu 7 merkeze gençlik ve kadın merkezleri yapacağız…”
Yürüyorum. Yoğurt pazarındayım. Çocukluğumdaki gibi babam manav dükkânının başında, meyve tartıyor. Dükkândan erikleri doldurdum cebime, Yoğurt Pazarından Suriçi’nin içlerine doğru giriyorum. Yıkıntılar içindeki Dabanoğlu mahallesini geçiyorum. Yerlerde cam kırıkları, molozlar, duvarlarda kurşun delikleri…

Tellerin arkasındaki Nusaybin!


Tellerin arkasındaki Nusaybin!

1,5 yıl öncesiydi. Ezidi kampları için yardım organizasyonlarında gönüllü çalışıyordum. Bu nedenle gelmiştim Nusaybin’e. O zaman tanışmıştım Nusaybin Belediyesi Eş Başkanı Sara Kaya ile. Her gün sınırdan, Rojava’dan cenazelerin geldiği dönemlerdi. Sara Hanım sürekli sınırdan cenaze karşılıyordu. “Hep yastayız” demişti bana. Nusaybin Rojava’yı yalnız bırakmıyor, Nusaybin’den Rojava’ya gıda desteği gidiyordu kamyonlarla. O gün bu çalışkan kadın beni fazlasıyla etkilemişti. Tüm yaşadıklarına rağmen güçlü duruşu, çevresine verdiği destek ve umut… Ayrılırken daha iyi günlerde görüşmek umuduyla ayrılmıştık.
Daha iyi günleri göremedik.

Sormayacak mıyız bu 1552 kişi neden öldü diye?


Sormayacak mıyız bu 1552 kişi neden öldü diye?

İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi uzun süredir hazırladığı raporun sonuçlarını bugün kamuoyu ile paylaştı. Raporda savaşın başladığı 24 Temmuz 2015 ile 24 Temmuz 2016 arası Kürt illerinde yaşanan insan hakları ihlallerine yer veriliyor.
Rapora göre bu 1 yıl içerisinde asker, polis, korucu, örgüt militanı ve sivil olmak üzere 1552 kişi yaşamını yitirmiş. Anlaşılması için tekrar edeyim 1552 kişi, 1552, 1552!
Bu kişilerin 422’si güvenlik görevlisi, 622’si PKK’li.

Keşke’ler, Ah’lar ve Sur

Sur Kaymakamlığı'nın Suriçi’nin yasaklı mahallelerini bazı sokaklarında sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı duyurusu üzerine gazeteci-yazar Ahmet Tulgar ve İshak Karakaş ile birlikte Suriçi’ne gidiyoruz. Yoğurt pazarının yukarısından Dabanoğlu mahallesine doğru yürüyoruz. Daha önce kapalı olan sokakların bir kısmı açılmış. Ancak açılan alan ufak bazı sokaklarla sınırlı. Dar sokak aralarına konan mevcut polis barikatları, biraz yana çekilmiş ve insanlar aradan geçip gidebiliyorlar. Sokaklara girerken herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmıyoruz.  İlerliyoruz. Bazı evlerin avlularında evlerin içini temizleyen insanlar görüyoruz, duvarlarda ise kurşunlar. Neredeyse her sokakta polis barikatlarına rastlıyoruz. Birçok yere Türk bayrakları asılmış, bazı yerlerde bazalt taşına bile bayrak resmi boyanmış. Özel timler de sokaklarda bol bol mevcut.

Saturday, November 5, 2016

Aaaauuu…. ttttttoooo …. Shooooooowww

Aaaauuu….  ttttttoooo …. Shooooooowww

The alarm rang at its usual time of 7:30. I woke up the children and rushed into the kitchen to prepare breakfast. Normally, while preparing breakfast, I would watch news on the TV. This was before the closing of Kurdish TV and alternative media channels. There are no trustworthy media channels that give news from the Region anymore. So today, my birds and turtles keep me company instead of the TV.

As the children started their breakfast, I checked my mobile phone. I saw many messages from my friends in the West. They sent messages like “how are you? Are you okay?” From their messages, I understood that something bad had happened in my city or in the country. I immediately opened the TV, and checked CNN Turk. I tried to understand what had happened. There are a lot of advertisements on CNN Turk. I was sure something important had happened, but I couldn’t find it on Turkish media.

A man on CNN Turk was shouting, “Aaaauuu….  ttttttoooo …. shooooooowww”. It was an advertisement.

Friday, October 28, 2016

Writing from Diyarbakır under Blockgade

Writing from Diyarbakır under Blockgade

Diyarbakır, the unofficial capital of the Kurdish people, has been one of the main locations of armed conflict between the PKK and the Turkish state. Since August 2015, numerous curfews have been declared in the city and its villages, hundreds of civilians have been killed, the center of the 5000 year old city Suriçi was bombed, and half of the old city was totally destroyed. The curfew still continues in the old city Suriçi. Today is the 333rddayof the curfew.

Right now, the city is experiencing another shock.  Two days ago, the co-mayors of Diyarbakır, Gültan Kışanak and Fırat Anlı, were detained by the Turkish police with the allegation that they are “supporting the PKK terror organization”. Kışanak was detained in the Diyarbakir Airport, on her way back from Ankara, while Anlı was detained at his home in the center of Diyarbakir. According to Diyarbakır Chief Public Prosecutor's Office press release, Kışanak and Anlı were detained due to statements they had made, covered under their right for freedom of speech.

Following their detention, all internet connection was cut across the Kurdish Region. 6 million people have been cut off from the world  for the past 3 days.

Friday, October 14, 2016

Çürüme

Çürüme

Çürüme nerede başlar? Sonra nasıl yayılır,  insanı nasıl teslim alır? Kalp çürür mü? Kötülüğün sınırları nerede başlar? Ya toplum, o nasıl çürür?
Dün Antep’te gerçekleşen korkunç katliamdan beri bunları düşünmekteyim.
Çoğu çocuk, 54 insan yaşamını yitirmiş, 54 can, 54 evlat!
Ana akım medya katliamı değil “Kürtlerin düğünü” tartışması yürütüyor.
Akşam gazetesi “PKK yanlısı Kürtlerin yoğun yaşadığı mahalle” diye yazıyor.

Aren’t we going to question “why did these 1552 people die”?

Aren’t we going to question  “why did these 1552 people die”?

The Diyarbakır Branch of Human Rights Association (İHD) has just released a new report, publishing the results of the last year war between the Turkish government and the PKK (Kurdistan Workers’ Party).

According to İHD’s report, between 24 July 2015-24 July 2016, 1552 people died during the war. 422 of these people were security forces (soldiers, police, village guards), 622 of them were PKK militants. 320 of these people were civilians. 75 of the civilians were children.

34 civilians lost their life due to PKK bombings. The majority of the remaining civilians (286 people) were killed by state security forces. A number of these 286 people died because of not reaching health services due to curfew.

440 deaths were extrajudicial killings.

My Speech on Yazidi Women

My Speech on Yazidi Women

I met her on a dark night, in Baadre, a Yazidi village, on the border of Mosul, in Iraq.  It was the beginning of 2015. She was staying with other women who were saved from Islamic State, ISIS.

Baadre was one of the biggest Yazidi village in South Kurdistan.  The village is just 5 km. from Mosul. When ISIS occupied Mosul, most of the villagers left. Now, the village is home to the Yazidi women who were kidnapped, raped and later saved from ISIS.

Friday, September 23, 2016

Kapı kapanmadan

Kapı kapanmadan

Uzun süredir aynı şeyi yapıyorum. Bu savaşta öldürülen insanların hayatlarını irdelemek. Bugün baktığım hayatlardan biri Cizre bodrumlarında öldürülen  Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi  Cihat Dursun.
Cihat 2011 yılında Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi 1. Sınıf öğrencisiyken aynı üniversitede öğrenci olan Nejat Ağırnaslı ile birlikte KCK operasyonunda gözaltına alınmış, emniyette ifadesini Kürtçe vermek istemiş. Polisler anadilde savunma talebini kabul etmediği için, kayıtlara "susma hakkını kullandı" şeklinde geçmiş. Ardından savcılıkta da ifadesini Kürtçe vermek istemiş, ancak anadilde savunma hakkı savcılıkta da kabul edilmemiş. Cihat’ın örgüt üyesi olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunamayınca uzun süren bir tutukluluk evresinden sonra 2014 Mayıs ayında serbest bırakılmış.
Cihat’ın cezaevinden yazdığı, daha sonra Boğaziçi öğrencileri tarafından oyunlaştırılan mektubunu okuyorum. “Kapı kapandı” diyor mektubunda Cihat:

Bu koca dünyaya eşcinselleri, transları neden sığdıramıyoruz?


6 Ağustos’tan beri kayıptı Hande. Arkadaşları ve sevgilisi kayıp ilanı vermişti. Dün cesedi  Zekeriyaköy’de yol kenarında bulundu. Yakılmıştı.
Hande Kader trans bir kadındı, seks işçiliği yapıyordu. Geçen yıl Trans Onur Yürüyüşü’nde TOMA’nın önüne oturarak polis müdahalesini protesto etmişti. Cesurdu.
Bu cesur kadını daha fazla tanımak için Facebook sayfasına baktım, yazdığı mesajları okudum. 30 Kasım’da şöyle yazmış:

Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi

Travma içindeyiz. Kürdü, Türkü, Alevisi, Sünnisi… Tüm toplum ağır bir travmadan geçiyor. Birkaç hafta kaldığım İstanbul’da herkes endişeliydi. İş dünyasından, akademiye, sivil toplum örgütlerine; kimse geleceği göremiyor. Tüm planlar, projeler durdurulmuş durumda, gelecek için bir umut ihtiyacı öylesine çok hissediliyor ki…
Bölgede ise durum çok vahim, artık travma boyutu da aşılmış durumda. Aslında travma ile yaşamaya alışmışlık var. Kürt illerinin çoğu yıkık yanık, yüz binlerce insan çadırlarda ya da başkalarının yanına sığınmış durumda. Yüz binlerce çocuk okula gidemedi, okullar ya yıkıldı ya da birer kışlaya dönüştürüldüler. Yüksekova, Nusaybin, Şırnak... Bu kentlerin ciddi bir bölümü yok artık. Birçok kentte yardım çalışmalarına bile izin verilmiyor. Bölgedeki morglarda evlatlarının cenazelerinin parçalarını arayan onlarca aile var hala. Tutuklamalar her gün devam ediyor, Kürtlere yaşamı dar etmek için her şey yapılıyor. Kürtler bu sefer 90’lardan farklı olarak evi, köyü, kenti yakılsa da bir yere gitmiyor. Gelip kentinin çeperinde bir yerde duruyor ve yıkık yanık evini baştan tamir etmeye uğraşıyor.

“İdil çok yalnız kaldı”

Sokağa çıkma yasağı kaldırıldıktan sonra İdil’e gelememiştim. Bu nedenle Cizre’den İdil’e geçmeye karar veriyorum. Kontrol  noktasında duruyoruz. Kontrol noktasındaki beton bloklarda kocaman “Allah’ın askeri Türktür” yazıyor. Özel timler arabamı ararken ben bu yazıyı düşünüyorum. Tüm yaşadıklarımızın, tüm resmin, içinde bulunduğumuz halin bir özeti gibi.
İdil Belediyesi'ni soruyorum. Belediye binası roketlerle patlatılmış, binadan geriye bir şey kalmadığını öğreniyorum. Belediye geçici olarak hizmetlerini Belediye,  Kültür Sanat Merkezi'nin binasında veriyormuş. Yol sorduğum iki genç arabama atlayarak beni kültür merkezine  götürüyorlar.  Yolda bir düzlüğü işaret ediyorlar,“Burası da parti il binasıydı, artık yok” diyorlar.  Bina temelleriyle ortadan kaldırılmış.

"Büyük Şey"i unutma, unutturma!

"Büyük Şey"i unutma, unutturma!

2 yıl önce bugün, 2 Ağustos’u 3 Ağustos’a bağlayan gece. Saat: 02:00. Şengal.
Gökyüzüne bir çığlık yükselir. Gerisini 23 yaşındaki genç bir kadın Z.X’ten dinleyelim:
"… Çok korkunçtu… DAİŞ içeri girip kadınları ve çocukları dışarı çıkardı. İçerde kalan 27 erkeği ise bir odaya kilitledi. Ardından daha yaşlı kadınlar ve çocuklar ayrı, genç kadınlar ise ayrı tutulacak şekilde bizi iki gruba ayırdılar. Bir yıldan üç yıla kadar yeni evli olan kadınlar da bizim grubun içine aldılar.

Thursday, September 22, 2016

"O bodrumdan sağ çıkma kızım"

"O bodrumdan sağ çıkma kızım"

Kadın beni içeri buyur ediyor. Uzun ince bir kadın. Kadının yanında 7-8 yaşlarında bir oğlu var, hep onunla geziyor. Çocuk sessiz, hiç konuşmuyor. Büyük bir sessizlik ve hüzün bu evin çocuklarını, duvarlarını, her tarafını sarıp sarmalamış.
Beni bir odaya alıyor. Yerde minderlere oturuyoruz. Duvarda bir genç kız ve bir genç erkeğin resimleri var. Bunlar kadının Cizre bodrumlarında yakılan 16 yaşındaki kızı Yasemin Çıkmaz ve İdil’de öldürülen oğlu 22 yaşındaki Vahap Çıkmaz’ın resimleri.
“Hepsi daha çocuktu” diyerek başlıyor söze. “Öğrenciydiler, birbirlerini terk etmediler.”

Cizreliler: Devlet merak etmesin, Kürtler bir yere gitmiyor

15 Temmuz, darbe girişiminin olduğu gün Cizre’deydim.
Nusaybin yolu kapalı olduğu için Cizre’ye Midyat, İdil üzerinden gidiyorum. İdil girişinden itibaren yollarda 2 kez arama yapılıyor. Şehre yukarıdan giriyorum.
Cizre sokaklarındaki tank sayısı 3 ay öncesine göre azalmış durumda. Şehir cansız, sanki ruhu alınmış gibi…
Önce belediyeye uğruyorum, İHD’den ve yerel basından arkadaşlarla şehrin sorunlarını konuşuyoruz. Öncelikle dile getirilen konular şunlar:

OHAL’den “demokrasi” çıkmaz!

OHAL’den “demokrasi” çıkmaz!

Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce Çengelköy’de darbeye karşı direnenler ve komutanlar arasındaki ses kayıtlarını okuyorum, korkunç. Yine Boğaziçi Köprüsü'nde darbe girişimi gecesi yaşananlara ilişkin videolar da o gece yaşanan dehşeti ve insanların darbecilere canlarını siper ederek nasıl direndiklerini gösteriyor. Direnen bu insanlara Türkiye’nin çok şey borçlu olduğu bir gerçek.

Darbeye karşı direnmiş bu halk darbe sonrası yaşananları hak etmiyor. 

Bir 'bayram' mıdır yaşadığımız?

En kötü demokrasinin bile askeri darbelerden daha iyi olduğunu düşünenlerdenim. Darbe kime karşı olursa olsun, sonuçları korkunçtur. Bu nedenle kime karşı olduğuna bakmasızın darbelere karşı durmak gerekir.
Darbe girişimi duyulduğu andan beri bölgede insanlar oldukça endişeliydi. Evet kentlerimizin çoğu yıkıldı, asker, polis, tanklar, zırhlılar günlük yaşantımızın bir parçası haline geldi, zaten adı konmamış bir sıkıyönetim halinde yaşıyoruz, ancak bunların üzerine bir askeri darbenin yine en çok barış isteyenleri vuracağı endişesini taşıyorduk. Bu darbe girişiminin başarısız olması, parti, sivil toplum ve halkın darbeye karşı ortak ses olması çok kıymetlidir.

Liceliler: Allah hakkımızı bırakmasın!

Yolda araç trafiği vardı. Lice’ye yaklaştıkça yeşillik artıyordu. Köy yollarının her iki tarafındaki yanmış ağaçlar dikkati çekiyordu.  İlginç bir şekilde ağaçların kökleri yanmış ama yaprakların bir kısmı halen yeşilliğini koruyordu. “Bak görüyor musun, ne kadar arsızlar, ne kadar yaksalar da onlar tekrar çıkıyor, tıpkı Lice gibi…”diyordu yanımdaki arkadaşım.
Mehlê mezrasına geldiğimizde kalabalık göze çarpıyordu. İnsanlar grup grup taziyeye geliyorlardı. Biz de bir müddet verandada aile büyükleri ile oturup taziyelerimizi ilettikten sonra evin içine girdik.
Evin girişinde kocaman bir bez dövizde asılıydı evin ölen oğlunun resmi. M. Şirin Kocakaya sanki kendi taziyesini izliyor gibiydi.

Tuesday, September 20, 2016

Lice’de köylüleri yakmaya kalkışanlar kim?


Lice’de köylüleri yakmaya kalkışanlar kim?

Lice’de 33 köylünün işkenceden geçirildiği, 3 köylünün ağır yaralandığı ve 1 köylünün öldürüldüğü Mehle mezrasındayız. Mezranın yaklaşık 300 metre kadar aşağısına iniyoruz. Tüm vadiyi gören bu noktada yerde yanık eşyalar var. Bu yanık tencere tava, çocuk ayakkabıları, bezler… Erdal Kocakaya’nın yakılan evinden yani çadırından arta kalanlar. Erdal Kocakaya binlerce Kürt gibi kışın şehirde yaşıyor, yazın köyüne geliyor ve köyde çiftçilik yapıyordu. Bu çadırda ailesi ile yaşıyordu. Tarlalara bakıyor, domates biber ekiyordu.
30 Haziran sabahı askerler köye geldiler. Gerisini o gün yaşananların tanığı olan köydekilerden birinden dinleyelim:

“Büyük operasyon” sonrası Lice!

“Büyük operasyon” sonrası Lice!

Lice’de günlerdir süren operasyonlar dün akşam saatlerinde bitti ve Lice, Kocaköy, Hazro köylerinde devam eden sokağa çıkma yasakları dün gece itibarıyla sona erdi. Bu süreçte bırakın köylere, Lice ilçe merkezine bile girmek çoğu zaman mümkün olmadı, ya da yoğun kontroller veyahut özel izinlerle girilebildi.
Haziran başından beri birçok kez Lice’nin köylerinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Haziran’ın son haftası yapılan bombardımanlar sonucu Lice’nin ormanlık alanları yanmaya başladı. Bazı köylerin boşaltıldığı, bazı köylerin yakıldığı haberleri geldi.  Birçok köyden halen haber alınamıyor. Yapılan bombalama sonucu çıkan yangını söndürmeye giden 1 kişi öldürüldü, birkaç kişi yaralı hastanede, işkence gördükleri belirtiliyor.  Yapılan otopsi işlemine avukatların girmesi engellenmeye çalışıldı.

Sibel Çapraz: Burada sadece ben ve duvarlar var

Sibel Çapraz ile 2 yıl önce Yüksekova’da tanışmıştım. Yüksekova Haber’in katkısıyla düzenlenen söyleşide. Söyleşi sonrasında da Sibel’le bol bol sohbet etme fırsatı bulmuştum. Aktif, enerjisi yüksek, güler yüzlü bir kadın olarak aklımda kaldı.
Sibel uzun süredir ağır yaralı. 27 Kasım 2015’te Hakkâri’de gürültü eylemi sırasında ağır silahlarla vuruldu. Görgü tanıkları Sibel’in güvenlik kuvvetleri tarafından vurulduğunu söylemelerine rağmen, savcılık “polis tarafından vurulmasının eşyanın tabiatına aykırı olduğuna” hükmetti. Ağır yaralanan Sibel, 96 gün boyunca 15 ameliyat geçirdi.  Tüm bu ameliyatlar boyunca hastanede polis gözetiminde kaldı. Bu süreçte abisi, Yüksekova Haber’den sevgili dostum Necip Çapraz ile sık sık görüşerek Sibel’in durumunu takip ettim.

Tuesday, September 6, 2016

Curfews in Turkish Kurdistan

Curfews in Turkish Kurdistan

It was last January. I was in Brussels for a European Parliament meeting. A European journalist asked me about the curfews in Turkish Kurdistan. He told me that there were also curfews in Paris after the ISIS attack. He did not understand why Kurdish people were so angry about the curfews.

At that time, I understood that the word “curfew” does not fit our curfew experience in Turkey. Let me tell you what curfew means in Kurdistan.

Monday, August 29, 2016

"İnsan" nerede?

"İnsan" nerede?

Hepimizin midesi bulanıyor değil mi? En azından bir vicdanı, omurgası olan insanların.
44 can gitmiş, 100’den fazla insan yaralı ve karşımızda rengârenk balonlar, konfetiler arasında güle oynaya köprü açılışı yapan bir iktidar var. Çiçeği burnunda başbakan  “bugün bir bayram” diyor. O sırada İstanbul’da morgların önünde insanlar cenazelerini almaya, hastanelerde yaralılarını teskin etmeye çalışıyorlar. Atatürk havaalanındaki törende havaalanı çalışanları, yiten arkadaşları, canları için gözyaşlarına boğuluyorlar. İktidarın üyeleri  ise gösterişli selfie çekme yarışında.
Midemiz bulanıyor değil mi?

Yeni çözüm: Kürdün her şeyini yak!

Yeni çözüm: Kürdün her şeyini yak!

Geçen yıl temmuz ortalarında Cudi Dağı'nda askerlerin yaptığı top atışları sonucu büyük bir yangın çıkmıştı. O zaman bu yangına çevrecilerin tepkisizliğini “Endişeye gerek yok, yangın Cudi’de”  yazımla dile getirmiştim. O yangının yeni korkunç bir savaşın başlangıcı olduğunu, henüz daha insanların canlı canlı bodrumlarda yakılabileceğini ve bunlara bile sesiz kalınabileceğini bilmiyordum.
Aradan 1 yıl geçti. Neler görmedik ki bu bir yılda. Şehirlerimiz yerle bir edildi, gencecik insanlar bodrumlarda yakılarak katledildi, cenazeler parçalandı, aylarca yerlerde bekletildi…
Ama demek ki bunlar yetmemiş. Şimdi yine Kürdün dağı taşı bombalanıyor, ormanları yakılıyor. Ve büyük sessizlik halen devam ediyor.

Türkiye’de mültecilik, zor mu zor!

Türkiye artık bir göçmenler ülkesi. Afganlar, İranlılar, Afrikalılar, Suriyeliler, Iraklılar, Ezidiler… Milyonlarca göçmen Türkiye’ye daha çok Avrupa’ya geçecekleri bir geçiş ülkesi olarak geliyorlar. Türkiye farklı statüler vererek göçmenlik meselesini yönetmeye çalışıyor. Bazen hiçbir statü vermemek için “misafir” diyor, işin boyutunun “misafir”liği aştığını görünce “geçici koruma” diye statüler oluşturuyor, bu statüleri de istediği göçmen kitlesine veriyor, istemediğine vermiyor. Suriyeli göçmenler “geçici koruma statüsü”ne alınırken, Ezidiler alınmayabiliyor. Suriyeliler için kamplar kurarken, Ezidiler için kurmayabiliyor. Kısaca göçmenlerin arasında da ciddi bir ayrımcılık yapıyor hatta politikaları ile bu ayrımcılığı körüklüyor.

Devlet, Kürtlerin yaralarını sarmasına bile izin vermiyor!

Sokağa çıkma yasakları ile yakıp yıkılan bölge kentlerine düzenlenen yardım faaliyetlerine uzun süredir Rojava Derneği ve belediyeler üzerinden destek vermeye çalışıyorum. Gelin görün ki, yakılıp yıkılan bu yerlere destek vermek, yaralarını sarmak için işin ucundan tutmak hiç de öyle kolay değil!
Dün Celal Başlangıç Haberdar’daki köşe yazısında bu engellemelerin bir kısmını anlatmış, okumanızı tavsiye ederim.[1]
Aylar önce sokağa çıkma yasağı kaldırıldıktan hemen sonra gittiğim Cizre’de, insanların açlık sorununu çözmek için Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından yemek çadırı kurulmaya çalışılıyordu. Bu mutfağın  kurulmaması için ne tür engellemeler çıkarıldığına bizzat şahitlik ettim. Yine aynı hafta Cizre’ye bir şirket tarafından yardım amaçlı yollanan buzdolapları da Cizre’ye alınmadı. Aylardır büyük özveri ile sokağa çıkma yasağı bulunan bölgelerde çalışmalar yapan gönüllü arkadaşlardan da İdil’e, Silopi’ye destek amaçlı götürülen tencere ve tavaların bile nasıl engellenmeye kalkışıldığını, yerelde birçok sıkıntı ile karşılaştıklarını biliyoruz.

Bu ülkenin askeri, polisi, kaymakamı, valisi… Neye bulaştırılmak istendiğinizin farkında mısınız?



Bir yandan HDP milletvekillerine dokunmak için her türlü yol mubah sayılırken, öte yandan da hükümet askere dokunulmazlık getirmeye çalışılıyor. AKP’nin askere dokunulmazlık zırhı getiren kanun teklifi Meclis Savunma Komisyonu'nda bu hafta kabul edildi.
Özetlersek, tasarıya göre, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının yargılanması ve soruşturulması Başbakanın iznine bağlanacak. Bu izin mekanizması görevli personelin rütbesine göre çalışacak. Herhangi bir ilçedeki operasyonda görev yapan asker ya da kamu personelinin soruşturulması için ise kaymakam izni gerekecek. TSK, Bakanlar Kurulu kararıyla, bütün il merkezlerinde operasyonlara katılabilecek.

WHY CAN’T WE FIT GAYS AND TRANSSEXUALS INTO THIS HUGE WORLD?

WHY CAN’T WE FIT GAYS AND TRANSSEXUALS INTO THIS HUGE WORLD?

We fit murderers, thieves, rapists, child-abusers and any kind of foulness in this world. Why cannot we fit gays and transsexuals who do not have any designs on the rights of others? Why don’t we “stand up” for Hande as well, as we did for Özgecan?
Source: Nurcan Baysal, “Bu koca dünyaya eşcinselleri, transları neden sığdıramıyoruz?”, T24, 18 August 2016, http://t24.com.tr/yazarlar/nurcan-baysal/bu-koca-dunyaya-escinselleri-translari-neden-sigdiramiyoruz,15267
Hande was lost since August 6. Her friends and partner put out a missing persons report. She was found by the road in Zekeriyaköy. She was burned.
Hande Kader was a transsexual woman and a sex-worker. Last year, during Trans Pride, she demonstrated against police intervention by sitting in front of the anti-riot water cannon vehicle (TOMA). She was brave.

Wednesday, August 10, 2016

İki fotoğrafla Kürt sorunu

İki fotoğrafla Kürt sorunu

Önümde 2 fotoğraf.
Biri yıkık yanık Nusaybin’den servis edilmiş. Güzelim Nusaybin tamamen bir yıkıntı, harabe… Yıkıntıların ortasında askeri araçlar ve askerleri görüyoruz, hemen arkada yıkıntıların üzerine asılmış koca Türk bayrakları var. Ve bu yıkıntıların arasında komando marşı söyleyen özel timler görüyoruz.
İkinci fotoğraf ise pazar günü Diyarbakır’da çekilmiş. HDP’nin valilik tarafından engellenen mitingi, DBP il binasının önünde gerçekleşiyor. Binanın önündeki TOMA’ların önünde küçük bir çocuk. Bir elinde HDP bayrağı olan bu küçük çocuk, eliyle zafer işareti yaparak koca TOMA’nın önünde korkusuzca  duruyor.
Bir yandan yakıp yıktığı bir şehrin her tarafına koca bayraklar dikerek fotoğraf çektirip servis eden bir zihniyet, öte yandan karşıdaki bu zihniyete koca yüreğiyle zafer işareti çekip karşı duran  minik bir beden var.

Koca bir kent, Yüksekova yıkıldı, farkında mısınız?

Koca bir kent, Yüksekova yıkıldı, farkında mısınız?

Yüksekova (Gever) 78 gün süren sokağa çıkma yasağının ardından bir harabeye dönmüş durumda. İlçe yerle bir edilmiş. En az 5000 evin artık oturulacak durumda olmadığı söyleniyor, bu minimum 20.000 insanın evsiz kalması demek. Görüştüğüm Yüksekovalılar taş üstünde taş kalmadığını, Yüksekova’nın geri dönülmeyecek şekilde tahrip edildiğini belirtiyorlar.
Telefonla görüştüğüm HDP Hakkâri milletvekili Selma Irmak da bu görüşü teyit ediyor:
“Özellikle su tesisatları hedeflenmiş. Mahallelerin topyekûn elektrik tesisatları çökertilmiş.  İnsanlar buraya geri dönemesin, tekrar Yüksekova’ya yerleşemesin, bu hedeflenmiş. Zorunlu göçü hedefleyerek yıkıp yakmışlar.”

İlhan Çomak için: Yort savul!

…….
Önce gül bahçeleri ayak sesleri
Bunu soyutluyorum senin yankı dediğinle
Geçitler, ormanlar, kışın boz görüntüsü
Titreyen elim avucumda bunlar var.
Ey durağan yıldızlar
Bana bir iz verin bir yanıt
Bir müziğin akıp giden oynaklığını.
Yoruldum çünkü inip çıktığım basamakları saymaktan.
Bu dizeler İlhan Sami Çomak’ın “kedilerin yazdığı ilahi” adlı şiir kitabından. 2 yıl önce ortak arkadaşımız Berivan getirmişti şiir kitabını bana. Bugün kitabı tekrar açtım, ve 2 yıl önce üzerine düştüğüm notu fark ettim: Sabır da yorulur!

“90’larda köylerimiz yakıldı, şimdi şehirlerimiz yakılıyor, milletvekillerimiz meclisten atılsa ne olur”

Küçük oğlum Aras, politikayla oldukça ilgili. 7 Haziran akşamı halay çeken, 1 Kasım günü baraj altında mı kalıyoruz diye ağlayan ufaklığın dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilk tepkisi şu oldu:
"Anne bomba patlatmışlardı, biz yine de Meclis'e girmiştik, şimdi bizi attılar mı?"
Aras’a siz ne cevap verirdiniz bilmem, ama ben o günkü öfkemle“Evet, bizi attılar oğlum” dedim. “Ama mücadeleye devam edeceğiz”i de ekledim.

Sunday, July 31, 2016

Suriçi, kalbimin içi, yıktılar seni!

Suriçi, kalbimin içi, yıktılar seni!


Bugün Suriçi’inde sokağa çıkma yasağının 175. günü. Sabah erken saatlerde telefonum çalıyor. Suriçi’nin bazı sokaklarının açıldığını haber veriyorlar. Gitmek ve gitmemek arasında kararsızım. Ruh halimin kaldırmayacağını düşünerek gitmemeye karar veriyorum.

Öğleden sonra bu sefer annem arıyor. 86 yaşındaki babamı evde tutamadığını, sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı mahalledeki dükkanını görmeye gittiğini ve gözyaşları içinde olduğunu söylüyor. Sur’a gitmeye karar veriyorum.

Yoğurt Pazarının biraz ilerisinde bir kürsüde çökmüş vaziyette babamı buluyorum. Onunla ilgilendikten sonra, açılan sokakları dolaşmaya başlıyorum.

Her yer yıkıntı, çöp, pislik halinde. Çocukluğumun geçtiği Yoğurt Pazarının hemen köşesindeki 100 yıllık ağaç yok artık, ağacın gövdesi yıkıntıların arasında.

İlerliyorum. Yıkıntılar arasında dolaşan epey bir insan var. Yerlerde cam kırıkları. Dükkanların darabaları kırılmış, içlerinde bir şey kalmamış. Çocukken en çok sevdiğim köşede duraklıyorum. Dar sokaklardan baktığım gökyüzüne tekrar bakıyorum. 30 yıl önce bana umut veren, küçelerimize sızan ışıklar şimdi umutsuzluğumu arttırıyor.

Kuzey İrlanda Kadın Koalisyonu: Ne üzerinde anlaşamadığımıza değil, neler üzerinde anlaşabildiğimize baktık

Kendimize dedik ki, 30 yıl sonra da aynı şeyle uğraşabiliriz, ya da tavizlerde bulunabiliriz...”
Bu sözler Kuzey İrlanda barış sürecinde oldukça önemli bir rol oynayan Kadın Koalisyonunun kurucularından Avila Kilmurray’a ait.
Son yıllarda Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün düzenlediği çalışma gezileri ile birkaç kez gittiğim İrlanda’da beni en etkileyen oluşumlardan birisi Kuzey İrlanda Kadın Koalisyonu oldu. Kadın Koalisyonu müthiş çatışmalı bir ortamda, erkeklerin domine ettiği bir ortamda bir sivil toplum örgütü şeklinde kurularak, Protestan ve Katolik her 2 toplumdan kadınları bünyesinde topluyor. Çatışmanın en yoğun yaşandığı dönemlerde siyasetler üstü bir birliktelik sağlıyor, kadın duyarlılığı üzerinden 2 toplumun fertlerini bir araya getirmeyi başarıyor. Kadın Koalisyonu daha sonra barış sürecinde rol alıyor ve parlamentoya giriyor.

Eserinle övün Türk İslamcısı! Muhakkak ki yerin cennettir!

Eserinle övün Türk İslamcısı! Muhakkak ki yerin cennettir!

Başlıktaki bu sözleri yazar, belgeselci Ümit Kıvanç’ın bir tweetinden aldım. Ümit Kıvanç geçen hafta Samsun ve Aşkale’de Kürt işçilere yapılan ırkçı saldırılara ilişkin paylaşılan kanlar içindeki Kürt işçilerin resimleri üzerine yazmıştı bu tweeti.
Türk İslamcısının övüneceği şeyler çok fazla:
10 aydır Kürt illerinde devam eden, hukuksuzca ilan edilen sokağa çıkma yasaklarından başlayabiliriz mesela. Aslında bunun adını artık değiştirmek, sokağa çıkma yasağı yerine başka bir kavram kullanmak gerek. Çünkü bu sokağa çıkma yasağı elektriksiz, susuz, aç bırakılmak, tankla-topla bombardımana tutulmak demek.

Kürt sorununa İsveç’ten bakış

 
İsveç Sol Parti’nin davetlisi olarak 1 haftadır İsveç’teyim. Sur Belediyesi Başkan Yardımcısı Naşide Buluttekin, SAMER’den Yüksel Genç ve Kadın Akademisinden Mekiye Ormancı ile birlikte İsveç’in 7 farklı şehrinde düzenlenen panellerle Bölgede yaşananları  İsveçlilerle ve İsveç’te yaşayan Kürtlerle paylaşıyoruz.

Sunday, July 10, 2016

Cizreliler: Sanki bizi gökyüzünden vurdular!

Cizreliler: Sanki bizi gökyüzünden vurdular!

“En son 30 Ocak’ta Abdullah ile konuştum. Ağlayarak ‘gel’ dediğimde  ‘Anne ne olur ağlama iyiyim’ dedi. Bir bodrumda mahsur kaldıklarını söyledi. Abdullah ‘eğer yakınsan gel beni al anne’ dedi. Defalarca oğlumu almak için yola çıktım. Ama Yafes Köprüsü üzerinde bulunan polisler geçişime izin vermedi.
"Rüyama girdi, rüyada telefonla konuşuyorduk. Telefonda üç sefer bana ‘anne’ dedi. Ben de üç defa ‘ana kurban’ diyordum. ‘Anne telefonun ucuna gül bırak sesim daha iyi gelir’ diyordu. Ağlayıp ‘hadi bana yine anne de’ söylüyordum. O rüyadan sonra şu gördüğünüz kırmızı gülü evin şu köşesine astım”.[1]
Bu sözler Cizre’deki ikinci 'vahşet bodrumu'nda katledilen 16 yaşındaki Abdullah Gün’ün annesi Leyla Gün’e ait. Abdullah Gün “Ambulans geldi, çıkın” anonsları üzerine bodrumdan çıkmış ve çıkar çıkmaz keskin nişancıların kurşunlarıyla öldürülmüştü. Cenazesi ölümünün üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen hala bulunamadı.

Kafamıza sıkamazsın lan!

Kafamıza sıkamazsın lan!

Yer Diyarbakır Suriçi.  Tamı tamına 147 gündür yasaklı olan mahalleler. Hani şu on binlerce insanın zorla göç ettirildiği, yüzlerce insanın bodrumlara sığındığı, onlarca evladın katledildiği, cenazelerin aylarca yerde kaldığı, kimisinin parçalandığı Suriçi. 
“Allah için vurun, peygamber için vurun, şehitler için vurun” diyen telsizli anonstan sonra, eline silahını alan özel tim kılıklı yüzü maskeli rapçi olduğu söylenen bir adam, yanık yıkık memleketimde, bizlere yasak memleketimizde klip çekmiş.
Bu rapçi bozuntusunun (bozuntu diyorum, çünkü rapin bir başkaldırı müziği olduğunu bile bilemeyecek kadar  rapten uzak) söylediği şarkıda geçen bazı cümleler şunlar:

Thursday, July 7, 2016

Hepimiz Amedsporluyuz!

Hepimiz Amedsporluyuz!

Futbolu sevmem ve bugüne kadar futbolla hiç ilgilenmedim. Ta ki bu yıl Amedspor’un başına gelenleri izleyene kadar.
Amedspor benim gibi futbolla ilgisi olmayan birçok Kürdün de yakından takip ettiği bir konu haline geldi.  Haksız yere onlarca ceza aldı. Futbolcusu Deniz Naki “barış”a ilişkin söylemleri nedeniyle TFF tarihindeki en büyük cezayı aldı. Bu savaş döneminde Amedspor da belli ki topun ağzında. Devlet Kürtlükle ilgili her şeyle uğraştığı gibi Amedsporla da uğraşacak.

Suriçi’ndeki yapıları yıkıp yeniden yapabilirsiniz, peki ya yaşamları?

Diyarbakır Suriçi’nin 6 mahallesinde sokağa çıkma yasağı devam ediyor. Bugün yasağın 145.  günü.  Bu mahallerin dışındaki Suriçi ise kendini toparlamaya çalışıyor.
Suriçinin ana caddesi Gazi’de dükkânların büyük bölümü açılsa da, eski kalabalık yok. Cadde girişindeki tanklar ve TOMA’lar ise artık Suriçi’nin demirbaşlarından. DSİ’nin kamyonları altı mahallenin hafriyatlarını taşımak için Gazi Caddesi’ne girip çıkarken, kamyonlara acı ve öfke ile bakanları hissedebiliyorsunuz.

Cizre’den Sur’a dayanışma zamanı!

“Evimin üzerinden çekilsinler, ben kendi toprağımı yerim.”
Bu sözler Suriçi’nde tanıştığım Sultan Ana’ya ait. Bölgede bir yandan savaş devam ederken, öte yandan da savaşın yaraları sarılmaya çalışılıyor.
Sabah önce Bağlar Belediyesi'ne uğruyorum. Suriçi’nden göç etmek zorunda kalan ailelerin ciddi bir kısmı Bağlar ilçesine geldi. Diyarbakır belediyeleri iyi bir sistem kurmuş. Bu ailelerin ciddi bir kısmını kayıt altına almışlar. Belediye çalışanları ile bilgisayar başında tek tek dosyalara bakıyoruz.  Ailenin ismi, ne zaman Sur’dan geldiği, hangi yardımlar verildiği ve ihtiyaçları bu dosyada kayıtlı.  Şuan için Sur’dan göç eden 5500 aile belediyelerin sistemine kaydedilmiş, ancak henüz kayıtlı olmayan aileler de var. 5500 aile, aile büyüklükleri düşünüldüğünde 55-60 bin kişi demek. Bağlar Belediyesi diğer belediyeler gibi kendi belediye sınırları içine göç eden aileler için kampanya açmış durumda, ancak gelen yardımlar yeterli değil. Gıda, ped, çocuk maması, sünger yatak ve buzdolabı ihtiyacı çok yoğun. Belediye bu 5500 aileye en azından 1 yıl düzenli destek vermek istiyor, bu da aile başı aylık 150-200 TL. demek.

Wednesday, July 6, 2016

Ermeniler’in ahıyla yaşamak!

Ermeniler’in ahıyla yaşamak!

Nenem Ayşe Teyfur 2014 yılının Ekim ayında 104 yaşındayken aramızdan göçtü. Bir asırdan uzun ömründe nenemle iletişimim çok sınırlıydı. Çünkü nenem Türkçe, ben de Kürtçe bilmiyordum.
Nenemle şarkılar aracılığıyla konuşurduk.  İkimizde şarkıları seviyorduk. Kürtçe bilmeyen binlerce Kürt çocuk gibi ben de Kürtçe şarkıları anlamasam da ezbere biliyordum. Muhtemelen hepsi zulümden, ölümden, savaştan bahsettikleri içindi. Nenem bana sürekli şarkı söyler, ben de şarkılar aracılığıyla aslında nenemi dinlerdim.
Nenemin söylediği şarkılar daha çok hüzünlü ağıtlardı. Nenemin yüzyıllık tanıklığı bu ağıtlarda sanki ses bulurdu.

İplik her zaman iğneyi takip eder…

Nenemin ağıtlarının bir kısmının Ermeni komşuları için olduğunu ise çok geç öğrenecektim:

Living with the Curse of the Armenians

Living with the Curse of the Armenians
Nurcan Baysal
Translated by Nathalie Alyon

Published in Journal of Levantine StudiesVol 5.2 Special Edition: The Armenian Genocide 
http://www.levantine-journal.org/Sneak+Peak+dock-ument+from+Vol+52_h_hd_147_18.aspx

My great grandmother AyşTeyfurmy Nene”—passed away in October 2014, at the age of 104. Despite growing up with her, I couldnt communicate with my Nene in conventional waysshe didnt speak Turkish and I didnt speak Kurdish.

My great grandmother and I spoke through song instead. We both liked music. Like thousands of other Kurdish children who never learn their mother tongue, I knew many Kurdish songs by heart, despite never understanding the lyrics. The truth is that I didnt need to know the language to understand what Nenes ballads conveyedmost Kurdish songs narrate cruelty, death, and war. As my Nene sang to me, her century-old existence found voice in her ballads, and I got to know her through music.

The Thread Always Follows the Needle

I would learn much later, as an adult, that my Nene sang some of her ballads for her Armenian neighbors:

Monday, July 4, 2016

"Kamu", "kamu"ya karşı!

"Kamu", "kamu"ya karşı!

Son yılların başımızdaki yeni sopası “kamu düzeni.”
“Kamu düzeni”,  özgürlüklerin sınırlandırılmasında en çok öne sürülen argüman haline gelmiş durumda. Başta Başbakan Davutoğlu olmak üzere AKP’lilerin son zamanlarda en çok kullandığı kelime, sihirli sözcük gibi. Yapılan her katliam, yıkılan her şehir, evler, sokaklar; hepsi tek bir şey için, “kamu düzeni”nin tesisi!
Öyleyse bir bakalım nedir uğruna bunca insanın öldürüldüğü, bunca yaşamın yerle bir edildiği, son yılların ünlü sopası , “kamu düzeni:”

Korucular yine sahnede!

Devletler kendi orduları ve askerlerini kullanmayacak kadar kirli savaşlar yürüttükleri zamanlarda paramiliter yapılara başvururlar. Dünyanın birçok bölgesinde, Irak’tan, Guatemala’ya kadar bunu gözlemlemek mümkün.
Türkiye’de de 90’larda devlet Kürtlere karşı yürüttüğü savaşta JİTEM ve koruculuk gibi paramiliter yapılar oluşturarak, savaşın en kirli boyutunu bu yapılar üzerinden yürüttü. JİTEM’in ve korucuların bir kısmının karıştığı suçlar, kirli işler, katliamlar bugün hala aydınlatılmamışken, bu yapılar şimdi yeniden devrede.

Dilan

Dilan

Uzun yıllar Tatvan’a bağlı Kavar havzasının köylerinde çalıştım. Kavar havzasının hikayesini 'O GÜN' kitabımdan okuyabilirsiniz. 1990’lı yıllarda havzadaki köylerden bir kısmı boşaltılmış, bir kısmı yakılmış, bir kısmı da korucu olmuştu. Dilan’la[1] bu köylerde tanıştım.
Dilan’ların evi Kavar’a her gittiğimde uğradığımız, soluk aldığımız evlerden biriydi. Babası özel bir adamdı. Bu köy ona dar geliyordu. Evlerinde Kazım Koyuncu ve Yılmaz Güney’in resimleri asılıydı. Savaşın en şiddetli olduğu yıllarda herkes köyü bırakıp giderken, Dilan’ın babası İkram, bir sonraki yıl için toprağı nadasa yatırırdı. İkram bu yıllar boyunca hem zorla dayatılan koruculuğa karşı direnecek hem de köyünü terk etmemek için direnecekti. İnatçı, şiir seven, doğaya düşkün babasıyla olan özel dostluğum, zamanla kızlarını da daha yakından tanıma fırsatı verdi bana.

Barış için tek yol var: Diyalog, diyalog, diyalog!

Geçen hafta Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün düzenlediği İrlanda çalışma gezisi kapsamında Dublin ve Belfast’ta çeşitli temaslarda bulunduk.

Wednesday, June 15, 2016

Toledo sizin olsun, Sur bizim!

Toledo sizin olsun, Sur bizim!

“…Ve şimdi binlerce yıllık bu tarihi topraklar canlanıyor. Bereket hikâyesi yeniden yazılıyor. Tarihe tanıklık eden bu surlar tüm heybetiyle yeniden dikilecek Dicle’nin karşısına. Sur açacak kapılarını tüm endamıyla. Yeniden güzelleşecek bu kıymetli şehir. Camiler mescitler yeniden selamlayacak gelenleri. Bursa Ulu Cami'ye kardeş Diyarbakır’ın Ulu Camisi'nin minaresinden yükselen ezanlar hiç dinmeyecek. Diyarbakır evlerinin kapılarında bulunan hayratlar gürül gürül akacak ve şehrin susuzluğunu giderecek yeniden. Sıcak yaz günlerinde avlular serinlemek ve dinlenmek isteyenlerle dolacak. Avlularda bulunan süs havuzlarının sesi çocuk kahkahalarına karışacak. Çardaklar Güneş'e kafa tutacak, gölgesinde ağırlayacak ev halkını. Eyvanlar sohbetlerle keyiflenecek yeniden. Evlerin salonlarında Selçuklu ve Osmanlı'nın el işleri sergilenecek. Aileler huzur bulacak yeniden. O güzel sedirler ve halılar hayranlık uyandırmaya devam edecek. Her avlu bir aile hikâyesine dönüşecek. Tarihi merdivenlerin her bir basamağı geleceğe ilham verecek. Nefes alacak tüm avluları odaları. Meşhur Dört Ayaklı Minare herkese hatırlatmaya devam edecek birliğimizi beraberliğimizi…”
Bu sözler Başbakanlığın Sur için hazırladığı animasyon filminden. Filmin içinde bol ezan sesi, bibloya benzer yapılar ve tabi surların üzerinde dalgalanan koca bir Türk bayrağı var. Oldukça kötü hazırlanmış bu film 7000 yıllık Sur’un ruhundan epey uzak.

"Terörle mücadele"de Nobellik görüntüler!

"Terörle mücadele"de Nobellik görüntüler!

Henüz birkaç hafta önce Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Ertuğrul Gazi Özkürkçü “terörle mücadele” adı altında yapılan operasyonlardan övgüyle bahsediyor ve “Bu operasyonda gösterilen duyarlılığın aynısı bir Avrupa ülkesinde uygulansaydı bunu başaranlara Nobel Barış Ödülü verilirdi" diyordu.
Dün Yüksekova’dan sosyal medyaya düşen bir resim Nobellik operasyonların ayrıntılarını gözler önüne seriyor. Resimde yüzü kapalı bir asker, bir Yüksekovalının yatak odasına girmiş, tuvalet masasının aynasına rujla bir kalp resmi çizmiş, kalbin içine de“Aşk Yüksekova’da yaşanıyor” yazmış. Tabi kalbin içine bir ay yıldız iliştirmeyi de ihmal etmemiş. Altına gururla “Gonyalı Beyşehir” imzasını da atıvermiş. Gonyalılar onunla gurur duydu mu bilmem, benim sadece midem bulandı.

Bu bahar Yüksekova’nın, Şırnak’ın, İdil’in, Nusaybin’in kadınları, çocukları ne yapar?

10 günlük uzun bir seyahatten sonra memleketime döndüm. Her uzaklaşma bana Amed’e ne kadar ait olduğumu tekrar tekrar hissettiriyor.
Memleketimde ilk dikkatimi çeken şey baharın gelmiş olması. Aklımda Yüksekova, Şırnak, Nusaybin, İdil bahçede açan çiçeklere bakıyorum.
Tam da geçen yıl bu zamanlar Yüksekova’da sevgili Geverli dostlarımla çarşıdan çeşit çeşit otlar ve kocaman dağ mantarları satın almıştım. Bu dağ otlarının kokusu baharla birlikte Yüksekova’nın sokaklarına sinerdi. Sahi Yüksekova’nın çarşısı bu bahar ne durumda?

Barış için sesimizi daha güçlü çıkarmaktan ve bir araya gelmekten başka şansımız yok!

Londra’da sıradan bir gün. Sokaklar cıvıl cıvıl, parklar dolu, insanlar sevdikleriyle keyifli vakit geçirmekteler.
Türkiye’de sıradan bir gün: Devam eden sokağa çıkma yasakları, patlayan bombalar, sokağa çıkmaya korkulan şehirler, dört bir yandan gelen ölüm haberleri…